18 Kasım 2011 Cuma

”tanrım konuş benimle”/Halil Cibran

Adam fısıldadı: ”tanrım konuş benimle”.
ve bir kuş cıvıldadı ağaçta.
ama adam duymadı.
sonra adam bağırdı:
”tanrım konuş benimle”.
ve gökyüzünde bir şimşek çaktı.
ama adam dinlemedi onu.
adam etrafına bakındı ve,
”tanrım seni görmeme izin ver” dedi.
ve bir yıldız parladı gökyüzünde.
ama adam farkına varmadı.
ve yüksek sesle haykırdı:
”tanrım bana bir mucize göster”.
ve bir bebek doğdu bir yerlerde.
ama adam bunu bilemedi.
sonra çâresizlik içinde sızlandı:
”dokun bana tanrım ve burada olduğunu anlamamı sağla, ne olur!”
bir kelebek kondu adamın omzuna.
ve adam kelebeği, elinin tersiyle uzaklaştırdı…

6 Kasım 2011 Pazar

GENÇ ADAM, DÜŞÜN!/Necip Fazıl Kısakürek

Genç adam düşün! Evvelâ insanoğlunun düşünmekten büyük haysiyeti olmadığını düşün! Senin yaşadığın devirde insanların meşin toptan birer kafa taşıdığını ve bu topu dolduran havanın en basit fikri bile kavurup kül edici bir (antiseptik) olduğunu düşün! (Antiseptik) diyorum; zira devrimizin kıymet ölçüsünde sâf ve gerçek fikir mikroptur.

Filozof:

"- Madem ki, düşünüyorum, öyleyse varım!"

Der.

Bizim de:

- Madem ki yokuz; öyleyse düşünemiyoruz!

Dememiz mi lâzım?

Aziz varlığın aciz aynası fikir...

Genç adam düşün! Seni bozmak için evvelâ sende mücerret fikir istidadını, yani varlık şiarını körletmekle işe giriştiler. Bunu düşün!

Hiç, tavuğun suya dalıp balık avladığına, güvercinin kedilerin ağzından fare çaldığına dair ilmî bir vesika haberi duyulmuş mudur?

Fakat, ey genç adam, senin için, seni kandırmak ve hakikate yüzde yüz zıt bir şeye inandırmak için sahte ilim yapılmıştır.

Bunu düşün!

Amerikanın bilmem hangi limanını görmemiş olan bir gemi süvarisi, oranın varlığını ilmen, ilmî tevatür beyyinesiyle bilir ve harita üzerindeki hesapla oraya, dilediği fener istikametinden varır. Ya böyle bir yer mevcut değilse diye düşünebilir mi?

Düşün genç adam, düşün ki, işte buna benzer bir saçmalık eseri olarak senin için yalancı tarih kitapları ve menkıbeler düzülmüş ve senin, mazur olarak, bunlara inanman sağlanmıştır. Çünkü senin, ilme ve tarihe itimadın vardır.

Bu an'ane ve taktik, Meşrutiyet inkılâbından başlar ve CHP şakavet çığırında bütün zalimliğiyle sürüp gider. Bu taktiği arka plânda idare eden de Yahudilik erkân-ı harbiyesidir.

Bu taktik, sana, bütün gerçek kahramanlarını unutturup , sahtelerini; Garp emperyalizmasına, kozmopolitliğe, Yahudiliğe yardımcı tipleri mefkûreleştirmen için yaman bir İsrailoğlu tertibidir. İlk masonlardan, küçük çapta münevver örneği Avrupa hayranlarından Mithat Paşa, Namık Kemal gibi tipler, asıllarında cüce, her bakımdan değersiz ve zararlı hüviyet ve şahsiyetlerine rağmen, işte bu taktiğin ortaya attığı ve pompalayıp şişirdiği, kursaktan mamul dev heykelleridir. Daha neler ve neler?

Genç adam, sen hep düşün! Düşün ki, sana sürdürdükleri bu kaba ve nefsâni hayatın ötesine, varlık sebebine, hakikatlerin hakikatine ait bütün telkinler, senden cüzzam illeti gibi kaçırılmış ve sana lâşe gibi iğrenç gösterilmiştir. İnsanoğlunun biricik meselesi olan sonsuzluk iştiyakı ve yaşanmaya değer hayatın hesabı etrafındaki insanlar sahtekârsa, şenaatlerini, dürüstse ulviliklerini tesbit, fikir namusunun en küçük şartıyken, bunları topyekûn reddeden ve yerine hiçbir şey getirmeyen bir devrin manasını düşün!

Genç adam; hazmî ve tenasülî cihazlarının üstünde yaşayan ve hakkını bekleyen dimağî cihazına nafakasını ver; ve artık seni adamakıllı ürpertmeye başlaması gereken bir şafağın ilk söküntüsünde senden neler beklediğimizi kendi kendine tasarla!

Düşün!

Ali Şeriati - Senin İsmail'in kim?

"Bu İbrahim'in dinidir; kana susamış tanrıların, mazoşistlerin ve işkencecilerin değil. İnsanın mükemmelliğe ulaşmasının, bencillikten ve hayvani arzularından kurtulmasının hikayesidir yaşanan. İnsanın daha ulvi bir makama ve aşka, ve bilinçli bir insan olarak sorumluluklarını yerine getirmesine engel olacak her şeyden azade olduğu bir iradeye yükselişidir...

...Hikaye, bir koçun kurban edilişiyle sona eriyor. Bu, Yüce Allah'ın tarihin en büyük insan trajedisinin sonuna ilişkin dileğidir - birkaç aç insanı doyurmak için bir koç kurban etmek.

Sen de İbrahim gibi kendi İsmail'ini getirmelisin Mina'ya. Senin İsmail'in kim? Ancak sen bilebilirsin, başkası değil. Belki eşin, işin, yeteneğin, gücün, cinsiyetin, statün vs. Ne olduğunu bilmiyorum, ama İbrahim'in İsmail'i sevdiği kadar sevdiğin birşey olmalı. Senin özgürlüğünden çalan, görevlerini yerine getirmeni engelleyen, seni eğlendiren, hakikatı duymaktan ve bilmekten alıkoyan, sorumluluk kabul etmektense meşrulaştırıcı sebepler ürettiren ve seni sadece gelecekte senden gelecek yardım için destekleyen ne varsa; işte bunlar onun işaretlerindendir. Onu arayıp bulmalısın. Eğer Allah'a yaklaşmak istiyorsan, İsmail'i Mina'da kurban etmen gerek.

İsmail'in yerine geçecek koçu (fidye) sen tespit etme, bırak Allah sana yardım etsin ve bir hediye olarak göndersin. O, koçu ancak bu şekilde kurban olarak kabul eder. Koç ancak İsmail'in bedeli olduğunda kurbandır; yalnızca kurban olsun diye koç boğazlamak ise kasaplıktır."

"Senin İsmail'in kimdir?
Veya nedir?
Makamın mı? Onurun mu?
Mevkin mi? Statün mü? Mesleğin mi?
Paran mı? Evin mi?Bağın mı? Otomobilin mi?
Ma'şukun mu? Ailen mi?
İlmin mi? Rütben mi? Sanat ve maharetin mi?
Ruhaniyetin mi? Alimliğin mi? Elbisen mi?
Adın mı? Namın mı? Şöhretin mi?
Canın mı? Ruhun mu?
Gençliğin mi? Güzelliğin mi?
Ben nereden bileyim?
Bunu sen kendin bilirsin.
Her ne ve kim ise onu sen kendin minaya getirmeli ve Kurban için seçmelisin.
Ben sadece onun alametlerini sana söyleyebilirim.
Seni iman yolunda zayıflatan, "gitmek"te olan seni "kalma"ya çağıran,
Seni "sorumluluk" yolunda şüpheye düşüren, seni kendine bağlayan ve
alıkoyan, gönül bağlılığı,mesaj işitmene, hakikati itiraf etmene izin
vermeyen, seni firara çağıran, seni maslahatçı izah ve yorumlara sürükleyen ve aşkı,seni kör eden her şey…
İbrahimsin! Ve İsmaili zaafın seni İblis'in oyuncağı haline getirebilir.
Hayatında şeref, saygınlık, iftihar ve faziletin doruklarında bir tek şey
vardır ki onu elde etmek için zirveden inebilir onu kaybetmemek için bütün
İbrahimi kazanımlarını yitirebilirsin:
O İsmailindir. İsmailinin bir şahıs veya başka bir şey olması mümkündür; bir
durum bir konum, bir zaaf noktası olması imkan dahilindedir.
Ey "Hakk'a teslim olan", "Allah'ın kulu"!
Hakikatin senden istediği şey, işte budur.
Budur "imanın daveti", "risaletin mesajı".
Bu senin sorumluluğundur, ey "sorumlu insan"!
Ey "İsmail'in babası"!
"İsmail'ini öldür"!
"Kendi ellerinle kurban et"!"

 Ali Şeriati

4 Kasım 2011 Cuma

İnsan Olmak Zor / Ali ŞERİATİ

İnsan olmak zor

İnsan olmak bu dünyada,
Öldürürlerken komşunun çocuklarını, kadınlarını
İçine kor alevler düşerek susmaktan,
Irzına geçilirken minicik bebeklerin
Hani yaş fışkırır ansızın gözlerinden,
İşte o kadar zordur
Müslüman olmak bu dünyada,
Kerem’in deldiği dağları sırtında taşımaktan,
Susuzluktan kavrulurken peygamber torunları
Fırat’ın kahpeye kan kusmasından,
‘Ben niye öldürüldüm’ derken kız çocuğu,
Utançla cevap verememekten daha zordur
Müslüman kadın olmak bu dünyada,
İçi kabararak dehşet saçan yer sarsıntısından,
Şakağına dayanmış buz gibi namlunun soğukluğundan,
Aylardır açlıktan kıvranırken kırışmış bedeninle,
Dostların diyete girerken aşırı semirmekten
Bir kuru ekmek bulamamaktan daha zordur
Sorumlu olmak bu dünyada,
Evladının mezarını tırnaklarıyla kazarken anne,
İnna lillahi ve inna ileyhi raciun diyememekten,
Prangalar vurulurken dillerimize
Uzatıp ellerimizi,
Dikenli güllere sarılmaktan daha zordur
Onurlu olmak bu dünyada,
‘Ben nasıl doğurabilirim’ diye soran Meryem’in,
Aşağılamalara boğun eğmesinden,
‘Rabbim bir Allah’ dediği için Asiye
Göğüslerinden çivilenirken çarmıha
Kızgın güneşte acıya inat gülümserken Cebrail’e
Yusuf diye diye ağlarken Yakup,
O kanlı gömleği koklamaktan daha zordur
Özgür olmak bu dünyada,
Ayın koynunda yatıp, güneşe sarılmaktan,
Gezinirken Filistin yollarında,
Ansızın toprağı koklamaktan,
Bir değil, binlerce Fidanı devirirlerken yerlere,
Kalbine saplanan ihanetin ucunu
Çekiştirirken kanlı ellerinle,
Çiğnenirken Mescid-i Aksa haince ayaklar altında
Başını dik tutup bakamamaktan daha zordur
Cesur olmak, yürekli olmak bu dünyada,
Sinek olup Nemrut’un beyninde gezinmekten
İbrahimce ateşle dans etmekten,
Ebuzer olup yurdundan sürülmekten,
Allah için vazgeçemezken canından,
Ecel geldiğinde süzerken Azrail seni,
Sökülürken kalbin yerinden,
Boncuk boncuk terlemekten daha zordur
Masum kalmak bu dünyada,
Kanla sulanmış topraklarda, dağlarda,
İnatla kan kırmızı kardelenler açsın istemek
Yıldızları kolye yapıp her gece
Yitik sevdaların boynuna asmak ıslak gözyaşlarıyla
Dik durmak, özgür olmak, insanca yaşamak
Bir parça kurumuş deriyi kaynatıp,
Ya sabır diyebilmekten daha zordur
Çocuk olmak bu dünyada,
Yılda bir kez edindiğin yeni elbiseni,
Gözünü kırpmadan verirken kardeşine,
Bombalar altında kavuşmak için aşkına
Kızıl gelinciklere nispet giyinirken al gelinliği,
Şükür için koşarken caminin kucağına,
Susturulan ezanın çığlıklarıyla kavuşurken Rabbine,
Topluca gömerlerken bedenleri çukurda,
Erkekler ağlamaz diyerek içine atarken öfkeni,
Top, misket, bebekse hiç olmadı,
Silaha dost olmaktan daha zordur


İnsan olmak zor Çok zor!
Ali Şeriati

29 Ekim 2011 Cumartesi

Kalbin Emirleri/Nurettin TOPÇU

 ''Aklın yoksa yandın, ya kalbin yoksa o zaman sen zaten yoksun ki.'' Mevlana
 
Bizde gizlenmiş bir Allah sesi var; ona kalp diyoruz. Onun yapısı ar¬zu ve haset olan etle, zulüm ve kuvvet olan kemikden başkadır. Onla¬ra büsbütün yabancı olan kalp, çok kere aşk ve hayranlıkdır. Her adımda acılara ulaştırdığı için hayata dost olur. Bunca acının da yetmediğini, elemin elem doğurmasından sarhoş olduğunu söyler. Bazan da o merhamettir. Aklın nefretle nisyana attığını, unutarak bir köşe¬sinde kararttığını her yad edişte eriyen kalp değil midir? Geçmişte ya¬şanan elemlerle aziz ve rahim olan da kalp değil midir? Akın dıştan tanıyanı içsel kaynaşma yaparak tanıyanla tanınanı aynı ışıkda birleş¬tiren de kalpdir. Pascal'ın dediği gibi, "kalbin öyle akılları var ki akıl onlardan hiç habersizdir." Filhakika kalp ile tanıdıklarımızdan çoğu kere aklın haberi olmuyor. Akıl daha başlanglıçta iken, kalp işini biti¬riyor bile. Akıl bekliyor ki duyumlar alınsın, deliller toplansın, öncül¬lerden sonuç çıkarılın. Tenkid harekete geçsin; tercihler yapılsın; gerçekle zaruretin üzerinde durulsun. Kalp ise içten bir temas ve bir işaretle çokdan bu mesafeyi aşmıştır. Kalbi anlamayan zavallıların hayrette kaldığı bu yetinin, sonsuzluğa uçuran ilham kanadı olduğunu niceleri söylememiş mi? O bizde ilahi lutf olan sezgi kuvvetidir. Kalp, dostluğun tükenmek bilmez kaynağıdır. Verdikçe verme ihtisa¬sını artırır, sevdikçe sevme iştiyakını taşırır. Kalp, sonu olmayan gençliktir; korku bilmeyen ölümsüzlüktür. Korkusuz yaratıldığı için onun kini ve kıskançlığı da yoktur. Sonsuzlukda yaşadığından fani hazları ve ezici istekleri tanımaz. Mukaddesatın kaynağı kalpdir ve ancak bir kalp huzurunda hürmet duyulur. Tövbe, aklın sapkınlıklarından kurtularak kalbe sığınmaktır. İbadet, kendi kalbine çevrilmek¬tir; bedenin ve bütün isteklerin kalbe dolmasıdır. Kalp ile yapılmayan ibadet, faydasız bir yorgunluktur; belki bir alışkanlık ve kor bir itaat¬tir. Allaha açılan kapı, kalbin kapısıdır. Kalpler, Allahın göründüğü yerdir. Kalp, gerçek imanın yoludur. Kalp ile günah işlenmez. Din ilmi, kalp ilmidir. Taasup, kalbe garazkarlıktır; onun başladığı yerde din biter. Kalp ile okunmayan Kur'an’dan kim ne anladı? Kur'an’da, sonsuzluğu dolduran kalbi bulmayan, büyük Kitab’ı hiç anlamamıştır. Cenneti, fani isteklerden sıyrılmış saf kalpde aramayıp da bazı beden hareketlerinin karşılığı olarak satın almaya hazırlananlar, hiylekar bezirganlara benzerler. Onlar, kalpdeki cennet neşvesini hiç bir za¬man tatmayacaklardır. Taassup sahipleri gibi, bütün ömrünü kalbin¬den habersiz geçiren hüner ve zeka adamları yok mu? İşte onlar, kan¬ları donmuş, kaskatı kesilmiş ölü ruhlardır. Kalbin keşifleri, aklın bu¬luşları gibi dört basamaklı ve sınırlı değildir; onun namütenahi dere¬celeri vardır. Her şeyden şüphe edilir, kalpden şüphe edilmez. Herşeyi kırmak caiz olur, kalbi kırmak cinayettir. Fetihlerin en güzeli, kalple¬rin fethidir. Rousseau tabiatta kendi kalbini buluyordu. Ne mutlu kal¬bini bütün alem yapanlara! Son nefesine kadar kalbini aklın şerlerin¬den koruyabilen insan, insanların en bahtiyarıdır. İnsanın asıl hüneri, kalbini kullanabilmektir; kalbin emirlerine uymasını bilmektir. Dün¬ya, kalbin emirlerine asi şeytanlarla doludur. Bu şeytanların işareti sa¬na akılsızlık gibi geliyor. Bu ise senin zaif oluşundandır. Siyaset de¬nilen, dostluğa karşı kullanılan zeka, kalblerin katledilmesinden başka bir şey midir? Kurnazın kazandığı fani bir nesne, kaybı ise kalbin ku¬cakladığı bütün bir kainattır. Kalpsizlikle elde edilen kazanç, kayıpların telafi edilmez olanıdır. Kurnaz ne bilir neyi kaybettiğini.

Kalbin, insanlardan çektiği bunca çilelere rağmen insan oğluna hiz¬metten usanmayışının hikmetine şaşacaksın belki. Bu insan sürüsünün sefaleti içinde hiçe eşit değersizliğini bildiği halde onun, başı yere eğik, küçülmüş halini alçalış sanma sakın. O bilir ki haya hikmetle beraberdir; hizmetse kalbin en büyük emridir. Kalbin akıl almaz fedakarlığına ne isim vereceksin? Nefsine ait korkularınla başkalarına çevrilen zaafların seni şaşırtmaya yeter. Açlarla sefillerin yanında olmanın sevincini sen ne bilirsin? Kalbin dilinden anlarsan onu murada ermiş bir kalbe sor. Kalp dilinden anlamayanlarla bütün bir ömür bo¬şuna konuştun. Bu insanlar arasında beni bunalmış görürsen, onda kalp sözü duymadığındandır. Bilgi kalbe diken olduktan soma, di¬kenden sakınan gül olmak daha iyi idi. Vay güllerle, ağaçlarla, kurt¬larla, kuşlarla konuşamayanların haline! Rüzgarların, derelerin ve dağların dilinden anlamayan, cehennemi uzak bir akıbette aramasın sakın. Kalbin emirleri bir zorbadan, bir zenginden, bir hasetten alınır mı sanırsın? Onun emirleri nazenin bir ağaçlan, hıçkıran bir kuştan, ağlayan bir dereden alınır.

Nurettin Topçu

18 Ekim 2011 Salı

UYAN/Muhammed İkbal

Derin uykuya dalan gonca uyan, uyan kalk;
Nergis gibi gözünü açıp etrafına bak;
Safâ sarayımızı keder talan etti bak;
Kuşlar ötüyor uyan!
Bu ateşli feryatlar
Her tarafı kavurdu.
Her tarafta bir figan…

Uyan derin uykudan,
Derin uykudan uyan!
Derin uykudan uyan!

Bak bütün Şark ne halde,
Külü göğe savrulmuş..
Boğulmuş bir inilti, susuyor…
Eseri yok.. Bu kaybolmuş bir feryat.
Bu toprakta her zerre bir muzdarip nazardır.
Hindistan’dan isyan et; Semerkand’dan,
Iraktan, Hemedan’dan tuğyan et;
Bir hayat göster, canlan..

Uyan derin uykudan,
Derin uykudan uyan!
Derin uykudan uyan!

Seher vaktidir, güneş ufukta yükseldi bak!
Seherin kulağına kanlı bi küpe taktı
Sahralardan, dağlardan, kafileler, kervanlar
Yola koyuldu uyan!...
Ey dünyayı gören göz, anlayan göz!
Uyan da gör ne haldedir cihan!

Uyan derin uykudan,
Derin uykudan uyan!
Derin uykudan uyan!

Sen ne biçim ummansın? Ovalar sakin!
Böyle deniz olur mu, artmıyor eksilmiyor.
Kabaran dalgalar yok, timsahlar kaynaşmıyor,
Böyle deniz olur mu, bu denizin yarılmış göğsünden
Başı göğe eren bir dalga ol da ufuklara kanatlan!

Uyan derin uykudan,
Derin uykudan uyan!
Derin uykudan uyan!

Hakkı ezeli kanunu sana, sana emanet edilmiştir.
Allah’ın varsa eğer, sağı sen, solu sensin!
Onun serveti sen, onun kudreti sensin!
Topraktan yaratılan bir kulsun sen, ey insan.
Lakin zemin de sensin, evet zaman da sensin.
Hakka ermek sırrının şarabını iç ve kan!
Şüphe uçurumundan fırla, kendini kurtar!...
Ne duruyorsun davran!

Uyan derin uykudan,
Derin uykudan uyan!
Derin uykudan uyan!
                                        Muhammed İkbal

11 Ekim 2011 Salı

ALİ ŞERİATİ/ ÇAĞIMIZIN MÜSLÜMAN KADINDAN BEKLENTİSİ

ÇAĞIMIZIN MÜSLÜMAN KADINDAN BEKLENTİSİ
Kadın hakları ve kadının şahsiyetinden söz etmek, İslam’ın kadın hakkındaki görüşünü ortaya koymak ve bunu kabul etmek başka mesele, o görüşle amel etmek, İslami olduğuna inandığımız değerlere göre hareket etmek, yani İslami görüşü pratize etmemiz ve inandığımız hakları sosyal düzenimize ve yaşamımıza tatbik etmemiz ise başka bir meseledir. Fakat genellikle bizler teoriyle iktifa ediyoruz.
İslam’da yaşam, toplum, sosyal ilişkiler, kadın hakları, çocuk ve aile haklarının ne olduğunu bilen, fakat pratikte köhne gayr-i islami geleneklere tabi olan, hatta yaşamını, İslami değerlere göre değiştirme cesaretini bile gösteremeyen kimseler çoktur.
Kadın hakları ve kadının rolü bilimsel ve düşünsel bir sorun olmuştur. Özellikle 18. 19. ve 20. yüzyıldan itibaren ve ikinci dünya savaşından sonra kadının sosyal hakları ve insani özellikleri meselesi bilimsel toplantılarda, dünyanın siyasi ve sosyal akımlarında şiddetli bir ruhi hadise ve sarsıntı şeklinde, devrimci bir kriz şeklinde ortaya çıkmıştır.
Maalesef kriz 20. yüzyıla egemen güçlerin takviyesiyle bütün beşeri toplumlara, hatta dini ve geleneksel kapalı kaleler içerisindeki toplumlara kadar yayılmıştır.Karşısında tam olarak duran toplumlar ise çok azdır.
Kadın özgürlüğü adıyla ortaya çıkan bu özel modernizmle mücadele, genellikle kör ve mutaassıp karşı çıkışlarla yapılmıştır. Dolayısıyla, hücumlar karşısında direnememiştir. Çoğunluğu sağlayan yeni tahsilliler, batı benzerliler bu krizi, şiddetle kabul ettiler ve bu yıkıcı başkalaşmanın en güçlü, temsilcileri, yayıcı ve takviye edici faktörleri oldular. İslami toplumlarda kadın özgürlüğünün modernist saldırısına karşı, yapılan mücadele her ii cenahtan da takviye, kabul ve teyit edici idi. Şibih aydın(sahte aydın) ve acemice direnişlerle, bilim ve mantık dışı karşı koyuşlarla yanlış bir şekilde hareket ederek onun devamını sağladılar.
Acemice direnişler ve mantık dışı mücadeleler, her zaman karşı cephe ya da düşünceyi kuvvetlendirir. Bu genel bir yasadır.
İlke ve temellerinden bir modern kadının yaşam biçimi olan batı düşüncesi ve kültürünün saldırısı karşısında, doğu toplumlarına direniş bahşedebilecek büyük etkenlerden biri, zengin bir kültür, güzellik, iyilik, deneyim, değer ve inanca ve aynı şekilde ileri insani haklara özellikle din ve tarihte kemale ermiş çok yüce simalara sahip olmaktır. Ne mutlu ki bu hususta müminler hayli zengindirler.
İslami toplumların yeni kuşağında bilinçli bir direniş meydana getirmek için, en büyük araç, en mümtaz çehrelere, islam dini ve tarihimizde zinde, örnek ve yüce şahsiyetlere sahip olmaktır. Eğer bu simalar tam manasıyla tanınırsa; tam anlamıyla tasvir edilir ve anlatılırsa, dürüst ve bilinçli, bilimsel ve yeni bir görüşle yeniden tanıtılır ve tanınırlarsa, onların hatırası diriltilir, şahsiyet ve misyonları tekrar ortaya konursa, yeni kuşak şunu hissedecektir ki; köhne geleneklerden kurtulmak, sapmış ve gerici geleneklerden kurtulmak, ve bu gün kadının kurtulması için batının modernizm adıyla yaptığı sapık çağrılara, olumlu cevap vermeye gerek yoktur.
Bu gün problemlerimizi halletmek, zamanımızın suallerine cevap vermek şu anda sahip olduğumuz düşünsel kapışma ve mücadeleler ve şimdi hissettiğimiz gereksinimler için bu değer ve dersleri nasıl anlayabilir, nasıl gerçekleştirebilir ve onlardan nasıl yararlanabiliriz? İşimizin asıl hedefi budur. Dolayısıyla çabalarımız bu noktada yoğunlaşmalıdır.
Sorun nasıl anlamak sorunudur. Mesele şudur ki; Yeniden Hz. Fatıma’nın hal şerhini yaptığımız zaman, Onun durumu ve işinden, sosyal, düşünsel ve dini yönünden nasıl ders alabilir ve nelerinden faydalanabiliri? Mesele budur. Bu mesele temel bir meseledir. “Nasıl anlamak?”
II.Dünya savaşından sonra kadın sorunu Batıda çok hassas bir mesele olarak gündeme geldi. Bunun sebeplerinden birisi bizzat dünya savaşıdır. Çünkü ikinci dünya savaşı aile bağlarını tamamen yıkmıştır.
Fakat bundan evvel, Kilisenin din adına savundukları ve her zaman dinin bekçilik ettiği üsleri, kadının manevi, sosyal ve insani değer, hak ve şahsiyetini yok etmiştir. Evet kilise bunları din namına savunmuştur. Rönesasns’tan burjuvazinin devriminden sonra bireysel özgürlük kültürü olan Kiliseye karşı bir zafer kazandı. Burjuvazinin hamle yapması neticesinde kilisenin hukuki ahlaki, bilimsel, ruhi ve bilimsel egemenliği ve beraberinde din de yok oldu.
Ve ansızın cinsel özgürlük meselesi gündeme geldi. Bu cinsel özgürlük şiarıyla kadın; bütün yoksunlukların, insanlık dışı kayıt ve sınırlamaların yok olup gittiğini görünce onu şiddetle kabul etti.
Bilim, Kilisenin hizmetinde olan ortaçağlardan sonra bugünün iddiasının tersine özgürleşmedi. Kilisenin kaydından kurtuldu ve burjuvazinin kaydıyla gelişerek bugünün egemeni durumuna geldi. Eğer bilim adına ahlaki değerlere muhalefet edildiğini görüyorsak bu görülen bilimin muhalefeti değildir. Bu, bilim putu içerisinde, altın dana kıyafeti içerisinde bağıran kuyumcu burjuvazinin Samiri ilmidir.
Nihayet Freud geldi. Bilimsel seksüalite ekolünün temellerini attı. Cinsel asalet! Burjuva sınıfı aslında alçak ve adi bir sınıftır. Feodalitenin de tersine insanlık dışı bir rejimdir ki sayılanların hepsi insanı cinsel ve ekonomik bir hayvan olarak telakki etmişlerdir. Bu burjuvazi peygamberinin adı Freud, dini seks(cinsellik), Mabedi Freudism ve bu mabedin yanında boğazlanan ilk kurbanlar ise kadının insani değerleriydi.
Özellikle I.Dünya savaşından sonra ansızın dünya sanatının asıl mayasının, bilhassa bütün filmlerin sadece iki unsura sahip olduğunu görürüz:
1.         Sertlik ve şiddet
2.         Seks (Cinsellik)
Bunlar hep savaşın hediyesidir.
Bir kaç rejisör ve piyes yazarı bu meselenin peşine tesadüfen düşmüyor. Aksine en derin sosyolog ve antropologlar bu evrensel güce bağımlıdırlar. Bunlar beşeriyetin düşüncelerini unutturmak için dünyanın en iyi ve en güçlü tanıtım ve propaganda gücü olan filmlerden yardım aldılar.
Öyleyse bu gücün egemenliği için hem batının hem de doğunun kurban olması gerekir. Hem eroin hem Freudism kurbanı. Bunun için henüz genç olması sebebiyle daha sapık kültürlerin içinde pişmemiş, sapmamış ve insan olduğu için henüz dünyada nefes çeken, hisli ve şefkatli olan bu genç neslin, kendi yazgısına dikkat etmemesi, önem vermemesi ve yönelmemesi gerekmektedir. Dikkat etmemesi ve yönelmemesi için her türlü araç muteberdir; İster ilim şeklinde olsun, isterse sanat şeklinde olsun, ister spor, ister edebiyat, ister tarih, ister sünnet ve gelenek, isterse din ve mezheb olsun her türlü vasıta geçerlidir. Yeter ki meşgul olsun, oyalansın, sahneden kaybolsun, dikkatli ve uyanık olmasın.
Başka bir etken daha vardır ki, dünyadaki bu güçle işbirliği yapıyor, hem de büyük işbirliklerini yapıyor.
Zemini onun davetinin kabulü için, onun yakın çalışma arkadaşlarından daha çok hazırlıyor. Durum böyle iken bir grup çıkıyor, o davetle acemice mücadele ediyor. Bu grup gerici, sapık, düşünsellikten uzak, insani olmayan geleneklere dayanarak alçak taassuplarla bu davet karşısında kendilerini korumak istiyorlar. Neticede bir düğüm oluşuyor. Bunlar ne şekilde bu meşum davetçiyle işbirliği yapıyor?
Bu meşhur Freudism daveti, kadının daha çok mahrum olduğu geleneksel toplum ve ülkelerde daha çok başarılı olmuştur.
Eğer kadının insani ve İslami haklarını verirseniz; onu bu hücuma en iyi direniş gücü olması için en güzel unsur yapmışsınız demektir.
İslami emir ve yasalar her alanda, İslam ile ilgisi olmayan kavmi adet olan ve eski tarihi töreden ibaret olan geleneksel maddelerle karışmıştır.Hem dinin yerine eski gelenekleri savunan, hem de geleneklerle mücadele eden kimseler, aynı zamanda İslam’ın canlı değerleriyle de savaşıyor. İki taraf da, ne modern ileri aydın ve ne de gelenekçi, eski dindar aydın, hiç biri gelenekten ayıramıyor.
Niçin bu ikisini birbirinden ayırmak gerektiğini söylüyorum? Çünkü biz müslümanız ve şu ilkeye inanıyoruz: İslami hak ve yasalar fıtrattan kaynaklanan yasalardır. Dolayısıyla bu genel yaratılış yasasına dayanan yasalar da eskiyecek değildir. Bundan dolayı bu değerler eskimezler. Fakat sosyal gelenekler, üretim ve tüketim sisteminden, sosyal sistemin yeni kültürel düzeninden doğmuşlardır. Bu sistem bir zaman gelir, değişir, dönüşüme uğrar, eskir, alçalır, menfi olur veya ilerleme ve gelişmeye engel olur. Eğer aydın, ileri, isyancı ve hatta fitneci görüşler; karşısında cahili, kavmi, ırki ve kalıtımsal geleneklerden uzak halis İslami değerler sunulursa, herkesten daha çok ve daha çabuk onlar O’nun karşısında boyun eğer ve teslim olurlar.
Dini değerler gerçekten diridirler. İslam diridir dediğimiz zaman, hem fikir ve inançları, hem yasaları ve sosyal ilkeleri, hem yönü ve hem de gösterilen ve ortaya konan örnek insanlar bakımından diri olduğunu söylemek istiyoruz.
Zinde olmak demek, her soy, her kuşak, her dönem ve her yerdeki beşeriyet yolu için etkili olmak, çözüm yolu göstermek, yönlendirmek, yani yol işaretleri demektir. Fakat maalesef gelenek ile dini karıştırmışsınız.
O halde davranışlardan hangisinin bölgesel bir gelenek olduğunu, hangisinin bize has bir gelenek olduğunu birbirinden ayırmamız gerekir. Çünkü başka bir islam topluluğuna gittiğimizde bu ilişki ve davranışların başka türlü geliştiğini görürüz.
İslam’da ve peygamber zamanında davranış ve hareket tarzı öyle insanidir ki, bizim için son derece hayretamizdir. Bir grup kız Medine’ye geliyor ve Huneyn savaşına katılıyor. Henüz yeni ergenlik çağına ermiş 9,10 veya 11 yaşındaki kızlar on beş kişilik bir grup oluşturarak peygamberimizin huzuruna çıkıp şöyle diyorlar: “Biz, bu savaşa katılıp hemşirelik yapmamız için bizi de götürmeni istiyoruz ya rasulallah!” Rasulallah hepsini ata veya deveye bindiriyor ve bir hemşire grubu olarak savaşa götürüyor.
Mescid-i Nebevi tüm sosyal faaliyetler için bir üstür. Onun her köşesi sosyal bir çalışma köşesidir. Bir köşesi Hz. Rukiyye’nin çadırıdır. Rukiyye öyle bir kadındır ki, peygamberin emriyle İslam’ın mabedi olan mescidinde resmi bir çadır kurmuştur. Orada hastaları, savaş yaralılarını tedavi etmek ve yatırmakla görevlendiriliyor.
Durum bu iken aydınları görüyoruz ki, dünyada hemşireliği ilk o icad etmiştir diye I.dünya savaşına katılan filan Amerikalı kadını göklere çıkarıyor. Diğer taraftan ise; sosyal görüş bakımından geleneksel olan bir başka kişiyi görüyoruz ki bu, işe temelinden her şeyiyle muhalefet ediyor ve yaptığı bu hareketin adını da din koyuyor. O dini bu şekilde telakki ediyor.
Üçüncü dünyada Freudism ve cinsel özgürlük adıyla büyük bir sorun vardır. Cinsel özgürlük programı ve cinsel özgürlük eşyalarının doğudan batıya girişi, doğudaki insani özgürlük isteğinin ölmesi içindir. Sen bu özgürlüğü istiyorsun! Böylece batı, doğudan aldığı hammaddenin mükafatını vermiş oluyor. Batı doğuya borçludur. Doğudan götürdüğü elma, kauçuk, petrol vs. maddeler karşılığında doğuya öyle bir şey vermesi gerekir ki ona borçlu olmasın. Evet zahirde batı doğuya medeniyet veriyor. Elbette batı hesabını iyi yapmakta ve bilmektedir.
Bu gün batıdan gelen şey, ne ilimdir, ne de medeniyettir. Ne özgürlüktür ne de insanlık, ne de kadına saygılıdır. Aksine burjuvazinin uyuşturduğu sapık ve alçak güçlerin adi hilelerine dayanmaktadır. İşte o kadın bu arada seçim yapmak istiyor. Neyi hangi tasviri seçmek istiyor? Ne gerici, gelenekçi kadın tasviri, ne de modern tahmili kadın tasviri. Aksine müslüman kadın tasviri istiyor. Varolan örnek şahsiyetlerin tamamı, bir ailede bulunmaktadır. Bu aile fertlerinin her biri birer örnektir. Bunların gerçek ve objektif tasviri şöyledir. Barışta Hasan olmak, cihad ve şehadette Hüseyin olmak, en ağır sosyal hak ve adalet misyonunda Zeyneb olmak, Kadın konusunda Fatıma olmak, her şeyde ve her hususta Ali olmak… [Allah ondan razı olsun]
Fatıma öyle bir kadındır ki [Allah ondan razı olsun] toplumunda varolan sapma ve zulüm karşısında sorumluluk hissediyor, sosyal mücadele ve kavgaların içerisinde bulunuyor. Ta ölüm anına dek sessiz durmuyor, susmuyor ve sönmüyor.
Bugün bir şeyler okuyabilen her aydın kadının, bu simaları tanımaları yeterlidir. Böylece bu gün islami toplumlarda müslüman kadın adıyla tanıtılan geleneksel çehreleri, modern kadınla mukayese etmek yerine İslam tarihindeki örnek kadınları -günün kadını olarak gösterdikleri- günümüz modern kadınıyla kıyaslamalıdır. O zaman ne netice alınacağını göreceğiz. Çok basittir, sadece bilinçli, bilgili, uyanık, sorumlu, araştırıcı aydınlara, uyanık aydın vaizlere, bu tasvirleri açık aydın ve anlaşılır, dakik ve bilinçli bir şekilde bu neslin iradesine vermek düşüyor.Bu kafidir. Bu saldırı karşısında en bilinçli ve etkili savunma budur.
Ne zaman ki herkes alçaldı, kadın da alçaldı, o da ortadan kayboldu, meydandan çekildi. Erkeğin, şimdi kadının olmayan hangi hakları vardır? Hicab mı? Yoksa erkeklerin hicabları yok mudur şimdi? Hicab ne demektir? Örtü mü?
Mutlak manada örtü İslami bir kavram iken özel bir kavmin sosyal geleneğine hastır. Çarşaf bir giyim biçimidir. Bu giyim biçimi, bu memleketten o memlekete, o zamandan bu zamana değişiklik arzeder. Fakat netice itibariyle İslami hicab ilkesi her bilinçli ve aydın insanın kabul ettiği fıkhi bir kanundur. Ama bu gün çarşaf iki ve örtü iki müteradif kelime haline gelmiştir. O zaman aydın saldırma ve hamle yapmak adına hicaba saldırıyor. Buna karşılık mutaassıplar, hicabı savunmak adına maalesef sadece çarşafı savunuyorlar.
Aynı şekilde O [Fatıma [Allah ondan razı olsun]] tekrar müslüman kadını ortaya koyabilir. O Zeyneb gibi bir kızını, Hasan ve Hüseyin gibi oğullarını, bu aşamada bir anne olarak yetiştiriyor. Yüce, örnek ve eş kadının, başka bir boyutu olarak Ali’nin yalnızlık, sıkıntı, zorluk ve azametleri durumunda da hep Onun yanında olmuştur. Ayrıca sorumlu, sosyal bir kadın olarak doğumundan, babasının defnolunduğu ana kadar, yine bir an bile mücadeleden geri durmadı. Dış cephede hicrete kadar küfürle, iç cephede ise ölüm anına kadar sapma ve katil ile mücadele etmiştir.
İşte müslüman kadın olmanın şekli budur.

8 Ekim 2011 Cumartesi

Aydınların Dini: İzm’ler

İrfan, düşüncenin bütün kutuplarını kucaklayan bir kelime. Tecessüsü madde dünyasına çivilemeyen, zekâyı zirvelere kanatlandıran, beşerîyi ilâhi ile kutsîleştiren, uzun ve çileli bir nefis terbiyesi. İslâm, insanı parçalamaz. İrfan, kemâle açılan kapı, amelle taçlanan ilim. Batı’nın “kültür”ünde bu zenginlik, bu ihtişam, bu hayata istikamet veriş yok. İrfan bir mevhibedir. Cehitle gelişen bir mevhibe. Kültür, katı, fakir ve tek buutlu bir lâfız. İrfan, beşeri beşer yapan vasıfların bütünüdür. Kültür, homo ekonomikus’un kanlı fetihlerini gizlemeye yarayan bir şal. İrfan, dinî ve dünyevî diye ikiye ayrılamaz. Yani her bütün bir tecezzi kabul etmez.
Kültür kaypaklığı, müphemiyeti ve seyyaliyetiyle Avrupa’dır. Tarif edilmeyen ve edilemeyen bir kelime.
Avrupa’nın kılı kırk yaran tahlilci zekâsı bilgiyi dünyevî ve dinî diye ikiye böler. O’na göre dinî kültür ile lâdinî kültür farklı mefhumlardır. Dünyevî kültür ne demek? Kültürü toprağa zincirleyen bu anlayış da bir ideoloji, yani bir aldatmaca değil mi?
Din asırlardan beri yaşayan ve nesilleri huzura kavuşturan, tecrübeden geçmiş bir inançlar manzumesi; sıcak, dost, köklü. Batı’nın dünyevî dediği kültür ise, hâkimiyetini tahkim için düşman ülkelere ihraç ettiği sefil bir ideoloji. Taarruzun hedefi haçlı seferlerinden beri aynıdır; kılıçla kazanılamayan zaferi yalanla kazanmak. İdeolojiler tahribe yeltendikleri imanın yerine sahtelerini ikame etmek için uydurulan birer ersatz’dır. Başka bir deyişle, remizleri, merasimleri ve kiliseleriyle çağın icaplarına uydurulmuş birer inanç manzumesi. Rüştünü idrak edememiş nesillere ilim diye yutturulan, yalnız zarflarıyla ilmî, muhtevalarıyla masal, birer bulamaç.
Şöyle diyelim: Avrupa Tanzimat’tan beri aynı emelin kovalayıcısıdır: Türk aydınında mukaddesi öldürmek. Mukaddesi yani İslâmiyet’i. Bu mukaddesin yerine kendi mukaddesini aşılayamazdı. Çünkü misyonerin hedefi, Devlet-i Âliye’yi Hıristiyanlığa kazandırmak yani, Devlet-i Aliyle ile bütünleşmek değil, ezelî düşmanını “etnik” bir toz yığını haline getirmekti, istediği kalıba sokacağı şuursuz ve iradesiz bir toz yığını. Kaldı ki İslâm’a teklif edeceği bir mukaddesi de yoktu, Avrupa’nın. Tahrip ameliyesi hiç değilse aydınlar “kesimi”nde tam bir başarıya ulaştı. Batı’nın muharref Hıristiyanlığa tevcih ettiği tenkitleri kendi dinimiz için de geçerli sandık. “Hür-endiş”likleriyle övünen nesiller türedi. “Hür-endiş”ler ananeye düşmandılar, tek mabutları vardır: teceddüt; tek mabetleri: Avrupa. (…) İmansız ve idealsiz nesiller türettik. Pusuda bekleyen yabancı ideolojiler setleri yıkılan ırmaklar gibi yayıldılar ülkeye. Bunları üç zümrede toplayabiliriz:


1. Hiçbir dünya görüşüne sahip olmayan ve sırf ihraç maksadıyla uydurulmuş müstehase telkinler. Bizim için uydurulduklarından onları milî diye vasıflandırdık. Bu tahripkâr telkinlerin mümeyyiz vasfı tarihe düşmanlıktı. Tarihe, yani milî birliğin, millî şuurun biricik mimarına. Osmanlı barbardı, İslâmiyet gericilikti, biz Hititler’in, Sümerliler’in çocuğuyduk vs.


2. Bir nevi nasyonal sosyalizm. Nasyonal sosyalizm Alman milletine mahsustur ve ithal edilemez. Ancak karikatürü, yani muharref bir nasyonal sosyalizm Türkleştirilebilir. Hayvanî’yi yani biyolojiği ilâhîleştiren bir inancın, bütün kavimlere kucağını açmış bir câmiadan iltifat görmesi beklenemezdi.


3. Sosyalizmler. Başka ülkelerin tezatlarını halletmek ve Hıristiyan Batı medeniyetinin karşılaştığı engelleri ortadan kaldırmak için imal edilen sosyalizmler bize tarihî çerçevelerinde sökülerek, içtimaî muhtevalarından tecrit edilerek ezelî ve ebedî birer nass gibi takdim edildi.
Üç zümrede topladığımız bu hazmedilmemiş ve hazmedilmesine imkân olmayan inanç manzumeleri, hep aynı iştiyakı cevaplandırmaktadırlar, yani her üç inanç da mahiyetleri icabı dinîdirler. Mahiyetleri icabı dedik, zira üçünün de, ilmihalleri, rahipleri, remizleri vardır. Üçü de şuura değil, şuuraltına hitap ederler. Tenkit ve münakaşaya tahammülleri yoktur.
Geniş halk tabakaları, ecdattan müntakil imanlarına sıkı sıkıya bağlıdırlar. Rasyonel, irrasyonel gibi nevzuhur tefriklerden habersizdirler. İslâmiyet’i toptan benimserler. İthal malı ideolojiler inteiljansiyamızın inhisarındadır. Bütün zorlukları onlarla çözer, bütün meçhulleri onlarla aydınlatırlar. İslâmiyet halk tabakalarının “kültür”üdür. Bu sözde dünyevî kültür ise aydınların dini…


Bu Ülke - Cemil Meriç

7 Ekim 2011 Cuma

AÇ KATLARINI KENDİ EFSANENİN

Kim kalkar erkenden keşfetmek için ışığın başladığı anı?
Kim bulur bizi burada dönerken, şaşırmış, atomlar gibi?
Kim, kederle ve yaşla kör olmuş Yakub gibi,
koklar kaybolan oğlunun gömleğini
ve görebilir bir daha?
Kim bırakır kovayı aşağıya ve çeker yukarıya
akıp giden bir peygamberi? Ya da yangına gider Musa gibi
ve neyin yandığını bulur güneşin doğuşunun içindeki?

İsa bir evin içine kaçar düşmanlardan kurtulmaya,
ve bir kapı açar öteki dünyaya.
Süleyman kesip açar bir balığın içini, ve bir altın yüzük vardır orada.
Ömer fırtına gibi girer içeriye öldürmeye peygamberi
ve dışarıya çıkar hayır dualarla.

Fakat sen tatmin olma masallarla, nasıl olduğuyla
başkalarıyla. Aç katlarını
kendi efsanenin, herkes anlasın diye
Kurandaki pasajı, “Biz Açtık Seni.”

Şems’e doğru yürümeye başla. Önce bir ağırlık gelecektir bacaklarına
ve yorgunluk. Sonra gelir hissedişin bir anı
kanatlarının büyüdüğünü, havalandığını.

Mevlana

İkbâl’in Düşüncesinde "Lâ" ve "İllâ"nın Analizi

Muhammed İkbâl, kendi selefleri olan mutasvvıflardan oldukça farklı olan görüşleriyle tasvvuf anlayışına yeni boyutlar kazandırmış, atalette olduğu söylenen tasavvufu âdeta aksiyona geçirmiştir. Muhtemelen onun bu farklı tasavvuf anlayışı, çok boyutlu olan tahsilinden kaynaklanmaktadır. Doğu’da görmüş olduğu mükemmel İslâm eğitiminden sonra Batı felsefesiyle tanışması, şüphesiz bunun en büyük âmilidir. İkbal’in, İslâm dünyasından Batı üniversitelerinde ihtisas yapan seleflerinden farkı, onun; Goethe’yi, Scopenhauer’ı, Dante’yi, Nietzsche’yi, Marx’ı tanımadan önce, Hz. Muhammed’i, İbn Rüşd’ü, Gazzali’yi, Mevlânâ’yı, yani İslâm peygamberi ve öğretisi ışığında düşüncelerini ortaya koymuş olan “Doğu Hikmeti”nin kurucularını tanımış olmasıdır. Onun içindir ki İkbal bu anlamda tasavvufta bir inkılap gerçekleştirmiştir denebilir.

Onu bildiğimiz “sufi” anlayışında tamamen farklı; bazen silahşör, bazen bir tekke köşesinde zikir yapan bir derviş, bazen “İslâm alemini sömürgeleştirmiş olan Batı emperyalizmine karşı acaba nasıl bir çözüm ararım?” diye kafasını ellerinin arasına almış düşünen bir mütefekkir olarak görürüz. Bu hüviyetiyle İkbal, klasik tasavvuf anlayışını altüst etmiş, ona yepyeni ve aksiyoner bir veche kazandırmıştır.

Değerli dinleyenlerim, iki gündür İkbal’i konuşuyoruz. Gerek dinlediğimiz tebliğlerden, gerekse bu konuda yapmış olduğumuz araştırmalardan anlıyoruz ki, İkbal’i yakıp tutuşturan bir ateş var. Onun içindir ki, aramızda bulunup, bizi dinlemekte değerli oğlu Cavid Bey’e sormak istiyorum: O büyük şair, o büyük mütefekkir, o büyük aksiyon adamı, namazdaki Tahiyyat’tan başka, hiç yerinde oturup kaldığı oldu mu? Çünkü eserlerinden tanıdığımız İkbâl hep koşuyor. Sanki bir şeylere kavuşmak için, bir maratoncu gibi, mütemadi bir endişeyle koşup duruyor. Öylesine koşuyor ki, onu okuduğunuzda siz de nefes nefese kalıyorsunuz. Zihninde koşuyor, tefekküründe koşuyor; Sinâ’daki ceylanlarla koşuyor, Hindo-Çin dağlarındaki keçilerle kayadan kayaya atlıyor…

Vaktimiz sınırlı olduğu için, İkbâl’in Tevhid anlayışı üzerinde geniş olarak duramayacak, sadece Tevhid’de geçen iki kelimeden hareketle ortaya koymuş olduğu farklı yaklaşımı arzetmeye çalışacağım. Bu iki kelime, “lâ” ve “illâ” kelimeleridir. Bildiğiniz gibi, “Lâ ilâhe illallah” derken, “lâ” nefy edatıdır. Bir şeyi, bir hükmü, bir otoriteyi kabul etmiyorsak, ona “lâ” deyip karşı çıkıyoruz. Kabul ettiğimiz hükmü, otoriteyi ise, “illâ” deyip istisna ve kabul ederek tasdik ediyoruz. İşte allâme İkbal’in ciğerini yakıp tutuşturan, Tevhid’in iki ana unsuru, bu iki kelimedir: “Lâ” ve “illâ”! Sağ tarafında bütün menfi’lere karşı “lâ” isyan ediyor; sol tarafında ise “illâ” bu isyanın tasdikini oluşturuyor. İşte İkbal tefekkürünün formülünü ve tefekkürün hareket gücünün kaynağını bu iki kelime teşkil ediyor. Bu formül, Çin’den Anadolu’ya kadar, bütün Doğu insanının kurtuluş reçetesi olarak heykelleşir İkbal’in tefekküründe. Nitekim İkbal’in, bu konudaki düşüncelerini, Ey Doğu milletleri artık ne yapmamamız gerekir? [Pes çi bâyed kerd ey akvâm-ı şark?] adlı kitabında serdetmesi, tesadüfî bir yerleştirme değildir. O, Doğu milletlerine kurtuluşları için ne yapmaları gerektiği sorusunu sorduktan sonra, “lâ” ve “illâ” anahtarlarını gösteriyor. Zaman darlığı sebebiyle, İkbal’in işaret etmiş olduğu bu anahtarların, Doğu milletleri için nasıl bir kurtuluş reçetesi olduğu konusunun sadece bir iki noktasına değinebileceğiz¹.

İkbal’e göre –biz de aynı kanati taşıyoruz- günümüz müslümanları “lâ” ile “illâ”nın ne demek olduğunu bilmiyorlar. Bilmedikleri için de, tatbikatını hiç yapamıyor, dudaklarında mırıldanıp duruyorlar. “Lâ” ve “illâ” dudakta kalıp zihinlerde tecessüm etmediği için ruhlarda bir kıvılcım oluşturamıyor, kıvılcım olmayınca da aksiyon ateşi tutuşmuyor. İkbal’i yakıp tutuşturmuş olan o meşale öylesine yakıcıdır ki, onun tabiriyle “Kıyametten de büyük!” Bu ateş öylesine korku ve ümid ile âlûdedir ki, ona kavuşabilen, korkuyu aşmanın eşiğine gelmiş demektir. Müslümanlar, mânâsız bir korkuya kapılarak sinip emperyalistlerin kölesi haline gelerek köşelerine çekildikleri için İkbal, onları uyandırmak, harekete geçirmek istiyor. “Ey müslümanlar! Siz kendinize gelip Batı’ya bir lâ diyebilirseniz, onların tümünü korkuya salarsınız!” diyor ve şöyle devam ediyor. Kâinâtın başlangıcı, zaten bu “lâ” harfiyledir ki; bu “lâ” Allah erinin de ilk menzilidir”.

“Allah eri” kimdir? Allah için koşandır… Allah eri, bu “lâ” peşinde koşan, onu kendisine hedef tayin edendir. İşte bunun içindir ki Allah erinin hareket noktası, bu “lâ” iledir. Kâinâtın hesabı “lâ” ve “illâ” ile mümkün

“Kâinât kapısının fethi “lâ” ve “illâ” iledir” derken, İkbal kâinatın vereceği hesabı “lâ” ve “illâ”ya bağlıyor, kapısının fethinin ise “lâ” ve “illâ” ile olabileceğini vurguluyor, ve devam ediyor:

Bu iki kelime, cihanın takdiri olan”Kaf” ve “Nun”dur.

Hareket “lâ” ile başlar, “illâ” ile son bulur!

“Lâ” ve “illâ” cihan oluşumunun takdir ve ilâhî emir olan “Kâf” ve “Nun”un birleşerek “Kün” olmasıdır! İkbal, bu söylemiyle “Allah bir şeyin olmasını dilerse, o şeye “Kün!”[Ol!] der, ve o şey olur”² ayetine atıfta bulunup “Kün!”[Ol!] emrini “lâ” ve “illâ” ile izah etmeye çalışıyor; bu izahından sonra İslâm ümmetine şu çağrıda bulunuyor:

Ey İslâm ümmeti! Eğer sen “lâ” ile “illâ”yı anlar, bunu tatbik edebilirsen, “Kün!” sırrını çözmüş, esaretten kurtulmuş olursun! Çünkü “lâ” ve “illâ” “Kün!”deki o hikmeti taşıyor”. “Lâ” deyince hareket başladı; “illâ” deyince yerine oturdu cihan! “Lâ ilâh” sembolünü ele almayınca, Allah dışındakilerle olan bağı kıramazsın! “Lâ”, cihandaki her işin başlangıcı, bu başlangıçsa, Allah erinin menzilidir!

“Lâ” ve “illâ”yı insanların, ümmetlerin yiyecekleri, giyecekleri gibi gören İkbal, bu iki mütemmimin; yâni birbirini tamamlayan iki unsuru müslümanların birbirinden ayırdığını söyleyerek yakınıyor. Ve “Müslümanların başına gelenler, işte bu “lâ” ile “illâ” ayrılığındandır” diyor. Onun içindir ki, bu iki kardeş kavramı birbirinden ayırdıklarından dolayı sinmiş, pısırıklaşmış müslümanlara çağırıda bulunuyor:

Ey hücre köşelerinde oturup lak lak edenler,

Ayağa kalkın ve Nemrdî düzenlere karşı “lâ” narasını atın!

“Karşı çıkın” diyor İkbal. Çünkü milletlerin büyüklüğü “Lâ” demekle, yani haksızlıklara karşı direnmekle, güzelliği ise “İllâ” iledir!

Ümmetler için “Lâ” demek yücelik;

“İllâ” demekse güzelliktir!”

“Lâ ilahe’nin sırrı açıklanıp ortaya konmadan, “Masiva’nın ipi Allah yoluna bağlanamaz!” diyen İkbal, feryadını şöyle sürdürüyor:

Eğer sen o “Lailahe illallah”a yapışamazsan, Allah’ın emrettiklerinin dışından kopamaz, Allah’a bağlanamazsın!

İkbal’e göre “Lâ” ve “İllâ”, ezilmişliğin, ezilmişlerin isyanını simgeler. Onun içindir ki o ezilmişlere şöyle seslenir:

Ey müslüman; sen ezilmiş Müslümanların, o emparyalistlere, o efendilere karşı savaşmasını mı istiyorsun?

O hâlde onun toprağına, toparak yığınlarına “Lâ” tohumunu serp!

“Lâ” tohumunu serp ki emperyalizme karşı ayaklanabilsinler!

Nitekim, haksızlıklara karşı “Lâ” deyip direnmesini bilmeyenleri, insan saymamıştır selef. İnsan isyan etmesini bildiği sürece insandır; ve onun insan oluşu, bu isyana bağlıdır. Başka bir deyişle haksızlıklara karşı ayaklanmasını bilmeyen insan insan değildir. Onun içindir ki İkbal, “dikta rejimlerini yıkan silâh, insanlar arasına ekilmesi gereken “Lâ” tohumudur.”diyor.

İnsanları ezen Kisra’lar ve Kayser’ler, işte bu “Lâ” tohumuyla perişan olup tarihten silindiler. “Lâ” söylemi, ezilenlerin, ezenlere karşı vermiş oldukları kutsal savaşın silahını oluşturur. “Efendilik”le “Kölelik” savaşı… Diktaya karşı parya isyanı…

Ancak şunu belirtmek mecburiyetindeyiz ki “Lâ” savaşının “İllâ”sı olmazsa, o savaştan netice alınmaz! Çünkü sadece “Lâ” makamında hayat yoktur. Yani bir insan “Lâ” deyip durursa, o insandan bir şeyler olmaz, boşlukta kalır; düşer ve kaybolup gider. Nitekim İkbal, “Rusya bile sosyalist devriminde “Lâ” ile ayağa kalkıp insanları ezmekte olan Çarlığa isyan etti. Fakat Rusya’nın bu “Lâ”sı “İllâ”sız olduğundan, ayaklanmasından bir netice almadı; ve yıkılmaya mahkumdur.”dedi. İkbal göremedi amma, “İllâ” demesini bilmeyen Rus sosyalizminin nasıl yıkıldığına biz şahit olduk.

Kısaca “İllâ”sız “Lâ”nın hiçbir değerinin olmadığını söylüyor İkbal. Çünkü “İllâ”nın neticeye varması içndir “Lâ”. Çünkü o “İllâ” ile “İllallah” deyip Allah’ı her şeyden tenzih ediyoruz ki bizim için hayatı oluşturan her şeyden “lâ” ve “İllâ” deyip tenzih ettiğimiz o yüce Allah’tır. İşte bunun içindir ki İkbal “ Batının isyanı yarım kalmıştır.”diyor. Çünkü Batı, kendisini ezen hegemonyaya karşı “lâ” demesini bildi amma, Müslüman olmadığı için “illâ” deyip isyanını tamamlayamadı. Bu isyan tamamlanamadığı için de, çökmeye mahkumdur.

Sözümü, İkbal’in bu konudaki nefis beyitleriyle tamamlamak istiyorum:

O kimse ki elinde “lâ” kılıcı vardır;

İşte o, bütün kâinâta sahip olur!

Ve nihayet biz müslümanlara şöyle sesleniyor İkbal:

Ey insanlar, verin bana “lâ” kılıcını;

“İllâ” ile emperyalist putlarının birer birer nasıl devrileceklerini size söyleyeyim!

İşte İkbal, Tevhid’den bunu anlıyor. Tabii onun bu konudaki görüşleri, bu söylediklerimizden çok daha fazladır. Fakat biz, tebliğimizin çerçevesi dahilinde, sadece onun “lâ” ve “illâ” kelimelerinin analizini yapmaya çalıştık.

Not: Bu metin 1-2 Aralık 1995 tarihlerinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen “Uluslararası Muhammed İkbal Sempozyumu”nda bildiri olarak sunulmuştur. Sempozyum bildirileri, Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları tarafından “Muhammed İkbal Kitabı” adıyla yayınlanmıştır.

Prof. Dr.İhsan Süreyya SIRMA,Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Eski Dekanı

5 Ekim 2011 Çarşamba

Halil Cibran'dan - Yol ve Yolcu üzerine

Dostum, güneşe bak, toprağa bak, suya bak, buluta bak; fakat, arkana bakma
kimin geldiği önemli değil, kimin gelmediği de...

unutma, yolcu değişir, yol değişir, ama menzil değişmez.

yolcuya bakıp, yolunu tanıma.

yola bak, yolcuyu tanı, yolcu hakkındaki kıymet hükmünü ona göre ver.

vahim olan, yolun yolcusuz olması değil;

asıl vahim olan yolcunun yolsuz olmasıdır;

yolsuz, hedefsiz, amaçsız, şaşkın, hercai ve seyyal.....

"en doğru yol: en dikensiz yoldur" diyenler seni aldatıyorlar.

onlar, karanlık evlerinde kaybettiklerini sokak lambasının altında arayan şaşkınlardır.

aldırma....

ayağına batan dikenler, aradığın gülün habercisidir.

dikenine katlanmaktan söz edenler, aşıkmış gibi davrananlardır.

gerçek aşık olanlarsa, dikenini de sever.

dostum, yollar yürümek içindir.

fakat, şu gerçeği de hiç unutma:

yürümekle varılmaz, lakin varanlar yürüyenlerdir.

yol boyunca; yola çıkıp da yürümeyenleri,

yola oturup, gelen-geçenin ayağına çelme takanları,

yoldan metafizik uyuşturucularla keyif çatanları,

tel örgülerle çevirdiği yolu kendisine zindan edip volta atanları,

maratona 100 metre koşucusu gibi hızlı gidip, 50. metrede yola yatanları,

yürüyüşün uzun ve yolun zahmetli olduğunu görünce, yolculuk üzerine zor atanları,

yürümeyi bırakıp, yol-yolcu ve menzil üzerine kalem oynatanları,

ayağına batan tek bir dikenin faturasını çıkarıp, ömür boyu tafra satanları,

beyaz atlı kurtarıcıyı gözlemek için ufka bakıp bakıp dağıtanları,

yanlış kılavuzlara kızıp yolu satanları göreceksin.

Aldırma, yürü.

göğsüne yüreğinden başka muska takma.

vahiy haritan,

nebi kılavuzun,

akıl pusulan,

iman sermayen,

amel azığın,

sevgi yakıtın,

ahlâk karakterin,

edep aksesuarın,

merhamet sıfatın,

şeref ve izzet adın olsun.


doğru yol:

insanların çoğunun gittiği yol değildir, düşünen öz akıl sahiplerinin yoludur.

yolda vereceğin her molayı öz eleştiri durağında vermelisin.

unutma, tevbe özeleştiridir.

her molada yolda olup olmadığını, yürümen gereken menzil istikametinde yürüyüp yürümediğini kontrol etmen, pişman olmaman için elzemdir.

yön tayini sık sık gerekli olabilir.


haritayı saklayabileceğin en güvenilir yerin yüreğindir...

Çin düşünürü Lao Tzu'nun öyküsü

Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama
Kral bile onu kıskanırmış... Öyle dillere destan bir beyaz atı
varmış ki, Kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin
tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış..
"Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan
dostunu satar mı" dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki,
at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: "Seni ihtiyar bunak,
bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala
satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın.
Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler...
İhtiyar: "Karar vermek için acele etmeyin" demiş.
"Sadece at kayıp" deyin, "Çünkü gerçek bu.
Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar.
Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı?
Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç.
Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez."
Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler.
Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş...
Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine.
Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş.
Bunu gören köylüler toplanıp ithiyardan özür dilemişler.
"Babalık" demişler, "Sen haklı çıktın. Atının
kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu
oldu senin için, şimdi bir at sürün var.."
"Karar vermek için gene acele ediyorsunuz"
demiş ihtiyar. "Sadece atın geri döndüğünü söyleyin.
Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini
henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç.
Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz
kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?"
Köylüler bu defa açıkçn ihtiyarla dalga geçmemişler
ama içlerinden "Bu herif sahiden gerzek" diye geçirmişler...
Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan
ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış.
Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman
yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara.
"Bir kez daha haklı çıktın" demişler.
"Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre
kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok.
Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın"
demişler. İhtiyar "Siz erken karar verme
hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş.
"O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı.
Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba
ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde
gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez."
Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu
ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan
bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler,
ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri
askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın
kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya
öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş.
Köylüler, gene ihtiyara gelmişler... "Gene haklı
olduğun kanıtlandı" demişler. "Oğlunun bacağı kırık
ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler,
belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının
kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer..."
"Siz erken karar vermeye devam edin" demiş,
ihtiyar. "Oysa ne olacağını kimseler bilemez.
Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda,
sizinkiler askerde... Ama bunların hangisinin talih,
hangisinin şnssızlık olduğunu sadece Allah biliyor."
Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlamış:
"Acele karar vermeyin.
Hayatın küçük bir dilimine bakıp
tamamı hakkında karar vermekten kaçının.
Karar; aklın durması halidir.
Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi,
dolayısı ile gelişmeyi durdurur.
Buna rağmen akıl,
insanı daima karara zorlar.
Çünkü gelişme halinde olmak
tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar.
Oysa gezi asla sona ermez.
Bir yol biterken yenisi başlar.
Bir kapı kapanırken, başkası açılır.
Bir hedefe ulaşırsınız ve
daha yüksek bir hedefin hemen
oracıkta olduğunu görürsünüz."
Lao Tzu

4 Ekim 2011 Salı

Ey Kavmim

Ey Kavmim
.
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin. Dönüp de bakmazsın ölülerine. Lut kavminden de değilsin sen, hazdan olmayacak mahvin. Acıyla karıldı harcın ama acıya da yabancısın. Ağıtları sen yakarsın ama kendi kulakların duymaz kendi ağıdını, Bir koyun sürüsünden çalar gibi çalarlar insanlarını ve sen bir koyun sürüsü gibi bakarsın çalınanlarına. Tanrı'ya yakarır ama firavunlara taparsın. Musa Kızıldenizi açsa önünde, sen o denizden geçmezsin.



Ey kavmim...
 Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin. Korkarsın kendinden olmayan herkesten. Ve sen kendinden bile korkarsın. Hazreti İbrahim olsan, sana gönderilen kurbanı sen pazarda satarsın. Hazreti İsa'yı gözünün önünde çarmıha gerseler, sen başka şeylere ağlarsın. Gündüzleri Maria Magdalena'yı 'fahişe' diye taşlar, geceleri koynuna girmeye çabalarsın. Zebur'u, Tevrat'ı, İncil'i, Kuran'ı bilirsin. Hazreti Davud için üzülür ama Golyat'ı tutarsın.



Ey kavmim...
Sen ki peygamberlerinin dediklerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin.



Dönüp de bakmazsın ölülerine. Lut kavminden de değilsin hazdan olmayacak mahvin. Ama sen kendi acına da yabancısın. Kadınların siyah giyer, kederle solar tenleri ama onları görmezsin. Her kuytulukta bir çocuğun vurulur, aldırmazsın. Merhamet dilenir, şefkat dilenir, para dilenirsin. Ve nefret edersin dilencilerden. Utancı bilir ama utanmazsın. Tanrıya inanır ama firavunlara taparsın. Bütün seslerin arasında yalnızca kırbaç sesini dinlersin sen.



Ey kavmim...
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin. Sana yapılmadıkça işkenceye karşı çıkmazsın. Senin bedenine dokunmadıkça hiçbir acıyı duymazsın. Örümcek olsan Hazreti Muhammed'in saklandığı mağaraya bir ağ örmezsin. Her koyun gibi kendi bacağından asılır, her koyun gibi tek başına melersin. Hazreti Hüseyin'in kellesini vurmaz ama vuranı alkışlarsın. Muaviye'ye kızar ama ayaklanmazsın. Hazreti Ömer'i bıçaklayan ele sen bıçak olursun.



Ey kavmim...
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin. Ölülerine dönüp de bakmazsın. Lut kavminden de değilsin hazdan olmayacak mahvin. Ama arkana baktığın için taş kesileceksin. Ve sen kendine bile ağlamayacaksın. Komşun aç yatarken sen tok olmaktan haya etmezsin. Musa önünde Kızıldeniz'i açsa o denizden geçemezsin. Tanrıya inanır ama firavunlara taparsın.



Ey kavmim... Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin.

Halil Cibran

3 Ekim 2011 Pazartesi

Müslüman Gence Sesleniş

Ey Müslüman genç! Hiç kafa yormadın
Senin düşen bir yıldızı olduğun gökyüzü neydi?
Darius’un başındaki tacı ayağı altında çiğneyen bu millet,
Seni sevgisinin kucağında besledi.
Uygarlığın biçimlendiricisi, Dünya idaresindeki esasların yaratıcısı,
Deve sürücülerinin beşiği olan Arap çölü,
Fakr u Fahri’nin zamanındaki idarenin haşmetinde
“Güzel yüzlü, güzelleşmeye ve süse niçin ihtiyaç duysun”4
Allah’ın kulları yoksulken dahi o kadar gayretliydiler ki,
Zenginler fakirlerin korkusuna hayır yapmaktan kaçındılar
Kısaca o sahrada oturanların kimler olduğunu sana nasıl anlatsam
Onlar dünya fatihleri, dünya hükümdarları, dünya idarecileri ve dünyayı süsleyenler.
Kelimelere koysam, resimlerini çizip ne kadar anlatmak istesem de
Ancak bu tasvir senin hayal gücünün çok ötesinde
Seni atalarınla kıyaslayamam
Sen sözsün, onlar eylem; sen yıldızsın, onlar gezegen
Biz atalarımızdan kalan mirası yağmaladık
Gökyüzü, Süreyya’dan toprağa attı bizi
Hükmetmek geçiciyse onun için neden ağlıyoruz
Dünyanın mutlak kanundan yok çare
Oysa atalarımızın kitapları ilim incileri
Bunlar Avrupa’da incelenirken gönül olur pare pare
“Ey Ganî! Pir-i Kenan’ın göz nurunun
Züleyha’nın gözünü kamaştırdığı kara günü izle”

Muhammed İkbal

İnsan / Tasavvuf

''A güzelim yoldaşım, sen alelade tek bir adam değilsin ki. Sen bir alemsin, sen bir derin denizsin.

O senin muazzam varlığın yok mu. O belki dokuz yüz kattır. O, dibi kıyısı bulunmayan bir denizdir. Yüzlerce alem, o denize dalar gark olup gider.''

Mevlana

2 Ekim 2011 Pazar

Sen Bir Az Gelişmişsin

Kıtaları ipek bir kumaş gibi keser biçerdik. Kelleler damlardı kılıcımızdan. Bir biz vardık cihanda, bir de küffar...
Zafer sabahlarını kovalayan bozgun akşamları. İhtiyar dev, mazideki ihtişamından utanır oldu. Sonra utanç, unutkanlığa bıraktı yerini, "Ben Avrupalıyım," demeye başladı, "Asya bir cüzzamlılar diyarıdır."

Avrupalı dostları, acıyarak baktılar ihtiyara ve kulağına "Hayır delikanlı," diye fısıldadılar, "sen bir az-gelişmişsin."
Ve hristiyan Batı'nın göğsümüze iliştirdiği bu idam yaftasını, bir "nişan-ı zişan" gibi gururla benimsedi aydınlarımız.


Cemil Meriç - Bu Ülke

1 Ekim 2011 Cumartesi

La Tahzen!

Ümit kesilirse hayat biter.
Ebedi hayat istiyorsan "La-taknetu"ya bağlan
Madem ki, ümit birbirini kovalıyan arzudur,
Ümitsizlik hayatı zehirler.
Ümitsizlik seni mezar gibi sıkar.
Elvendi dağıysan bile seni ayağa düşürür.
Gam ile ümitsizliğin bir çadırda yaşar.
Keder, hayat damarına vurulan bir neşterdir.
Ey gam zindanında olan esir. "La-tahzen " öğüdüne sarıl.
Sıddık'ı Sıddık yapan budur.
Gerçeklik peymanesinin şarabı budur.


Muhammed İkbal